FATİH ŞAHİN'LE PERİLİ ŞİİRLER

Posts tagged ‘Bir’

SİS ŞİİRİ TAHLİLİ / RUŞEN

Sis

Satrmış yine âfâkını bir dûd-ı muannid,
Bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezâyid,
Tazyikının altında silinmiş gibi eşbâh;
Bir tozlu kesâfetten ibâret bütün elvâh;
Bir tozlu ve heybetli kesâfet ki nazarlar
Dikkatle nüfûz eyleyemez gavrine, korkar.
Lâkin sana lâyık bu derin sütre-i muzlim,
Lâyık bu tesettür sana, ey sahn-ı mezâlim;
Ey sahn-ı mezâlim… Evet, ey sahn-ı garrâ,
Ey sahne-i zî-şa’şaa-i hâile-pirâ!
Ey şâ’şaanın, kevkebenin mehdi, mezârı;
Şarkın ezeli hâkime-i câzibedârı;
Ey kanlı muhabbetleri bî-lerziş-i nefret
Perverde eden sine-i meshûf-i sefâhet;
Ey Marmara’nın mâi deragüşu içinde
Ölmüş gibi dalgın uyuyan tûde-i zinde;
Ey köhne Bizans, ey koca fertût-i müsahhir
Ey bin kocadan arta kalan bîve-i bâkir;
Hüsnünde henüz tâzeliğin sihri hüveydâ;
Hâlâ titirer üstüne enzâr-ı temâşâ.
Hâricden, uzakdan açılan gözlere süzgün,
Çeşmân-ı kebudunla ne mûnis görünürsün.
Mûnis, fakat eıı kirli kadınlar gibi mûnîs;
Üstünde coşan giryelerin hepsine bi-his.
Te’sis olunurken daha, bir dest-i hıyânet
Bünyânına katmış gibi zehr-âbe-i lânet.
Hep levs-i riyâ dalgalanır zerrelerinde,
Bir zerre-i safvet bulamazsın içerinde.
Hep levs-i riyâ, levs-i hased, levs-i teneffü
Yalnız bu… ve yalnız bunun ümmîd-i tereffü’.
Milyonla barındırdığın ecdâd arasından,
Kaç nasiye vardır çıkacak pâk ü dırahşan;
Örtün, evet, ey hâile.. örtün evet ey şehr;
Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!..
Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar;
Katil kuleler, kal’alı zindanlı saraylar;
Ey dahme-i mersûs-ı havâtır, ulu mâbed;
Ey gırra sütunlar ki birer dîv-i mukayyed.
Mâzîleri âtilere nakl etmeğe me’mur,
Ey dişleri düşmüş, sırıtan kafile-i sûr;
Ey kubbeler, ey şanlı mebânî-i münâcât;
Ey doğruluğun mahmîl-i ezkârı minârât;
Ey sakfı çökük medreseler, mahkemecikler;
Ey servilerin zıll-ı siyâhında birer yer
Te’min edebilmiş nice bin sâil-i sâbir,
Geçmişlere rahmet,. diyen elvâh-ı mekabir;
Ey türbeler, ey her biri pür-velvele bir yâd,
İkaz ederek sâmit ü sâkin yatan ecdâd;
Ey mâ’reke-i tıyn u gubâr eski sokaklar,
Ey her açılan rahnesi bir vak’a sayıklar;
Virâneler, ey mekmen-i pür hâb-ı eşirrâ;
Ey kapkara damlarla. birer mâtem-i ber-pâ
Temsil eden âsüde ve fersûde mesâkin,
Ey her biri bir leyleğe, bir çaylağa mavtın
Gam-dide ocaklar ki merâretle somurtmuş,
Yıllarca zamandan beri tütmek ne… unutmuş,
Ey mîdelerin zehr-i tekazâsı önünde
Her zilleti bel’eyleyen efvâh-ı kadide,
Ey fazl-ı tabiatle en âmâde ve mün’im
Bir fıtrata makrün iken aç, âtıl u âkım,
Her nîmeti, her fazlı, her esbâb-ı rehâyı
Gökten dilenen züll-i tevekkül ki… mürâyi!
Ey savt-ı kilâb, ey şeref-i nutk ile mümtaz,
İnsanda şu nankörlüğü tel’in eden âvâz,
Ey girye-i bi-fâide, ey hande-i zehrin,
Ey nâtıka-i acz ü elem; nazra-i nefrîn:
Ey cevf-i esâtîre düşen hâtıra; nâmus,
Ey kıble-i ikbâle çıkan yol: reh-i pâbûs,
Ey havf-ı müsellâh, ki hasârâtına râci’
Öksüz, dul ağızlardaki her şekve-i tâli’;
Ey şahsa -masüniyet ü hürrîyete makrun
Bir hakk-ı teneffüs veren efsâne-i kanun,
Ey vâ’d-ı muhâl, ey ebedi kizb-i muhakkak ,
Ey mahkemelerden mütemâd sürülen hak;
Ey savlet-i evhâm ile bîtâb-ı tahassüs
Vicdanlara temdid edilen gûş-ı tecessüs,
Ey bim-i tecessüsle kilitlenrniş ağızlar,
Ey şöhret-i milliye ki, mebguz u nıııhahkar;
Ey seyf ü kalam, ey iki mahıkum-ı siyâsi,
Ey behre-i fazl u edeb, ey çehre-i mensî;
Ey bâr-ı hazerle iki kat gezmeğe me’luf;
Eşrâf u tevabi’ koca bir unsur-ı mâ’ruf;
Ey re’s-i fürübürde ki ak hak, fakat iğrenç;
Ey tâze kadın, ey onu tdkîbe koşan genç;
Ey mâder-i hicrân-zede, ey hemser-i muğber,
Ey kimsesiz, âvâre çocuklar… hele sizler!..
Hele sizler!
Örtün, evet ey hâile… örtün, evet ey şehr
Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!..

Tevfik Fikret

Tahlili :

Realiteden nefret eden Servet-i Fünün’cular, ruhlarını tabiat,aşk ve hayal ile avutmaya alışırlar. Fikret ”SİS” adlı şiirini derin bir ümitsizlik ve yalnızlık ruh hali içerisinde kaleme almıştır. ”SİS” şiirinde Fikret’in kötümserliği,İstanbul’un maddi,manevi bütün varlığına karşı duyulmuş kuvvetli bir nefret halinde kendini gösteriyor.Türk edebiyatında İstanbul ilk defa SİS ile menfur ve mel’un bir şehir olarak ele alınmıştır.Eski Türk edebiyatında Nedim ve Nabi İstanbul’u yüksek bir medeniyet ülkesi olarak tasvif etmişlerdi. Fikret’in bu ”mel’un şehir” görüşünü,batılı yazarlardan almış olması çok muhtemeldir.Galatasaray ve Kolej muhitinde yabancılarla yakın temasta bulunan Fikret’in onların umumiyetle Şarka,Osmanlı İmparatorluğuna ve İstanbul’a bakış tarzını benimsemiş olması da mümkündür.

Fikret’in İstanbul’a bakış tarzı,kendisinden sonra,Meşrutiyet ve ilk Cumhuriyet devirlerinde Türk edebiyatına çok tesir etmiştir.

”SİS” şiirinin kuvvetli, sadece Fikret’in nefret duygusunun şiddetinden değil,aynı zamanda sanatının hususiyetinden ileri gelir.Fikret’in şiiri de resmin tesiri altındadır.Servet-i Fünün’cular gibi o da bir manzarayı,bütün teferruatına kadar tasvir etmekten ve ona bir ruh hali vermekten hoşlanıyor.

”SİS”,Servet-i Fünün edebiyatının başlıca ifade mekanizmasını teşkil eden şu esasa dayanıyor: dış dünya ile ruh hallerini birleştirmek;başka bir deyişle maddiyi manevi maneviyi d maddi kılmak.Fikret ”SİS” te İstanbul’un maddi unsurlarını şehrin ruhunun dış görünüşü olarak tefsir ediyor.Başta sis ve arkasından hayal meyal seçilen şehir tasvir olunmuştur.Daha sonra şehrin şairde bıraktığı umumi intiba, maddi güzellik ile ”ahlak çöküşünü” birleştiren ”güzel fahişe” imajıyla anlatılıyor.Bunu şehrin mimarisinin tasvir ve tesfiri takip ediyor.Nihayet, onun bozulmuş ruhundan ve insanlarından bahsolunuyor.Bu geniş, kasvetli,karanlık,köhne,kokuşmuş manzaranın üzerinde sis tekrar edilen ”örtün…” beyti ile nefret ve lanet dolu bulutlar gibi dolaşır.Gözlerimiz bu korkunç tabloyu izlerken kulaklarımız şairin nefret ve merhamet dolu ”ey” nidalarıyla doluyor.Fantastik bir maceraya ağır ve boğucu bir musiki refakat ediyor. ”SİS” şiiri,bir tek hakim duygunun tesiri altında kaynaşan ve aynı duyguya iştirak eden bir sürü teferruattan mürekkeptir.Şairin teferruatı şiirde nasıl işlediğini inceleyelim;

1 Şiirin başında sisin anlatıldığını söylemiştik.Fikret burada sisin maddi görünüşü ile manevi tesirlerini tasvir ediyor.
2 İkinci kısımda konu şehrin bıraktığı genel intibadır.Şehir onüç mısra devam eden ”güzel fahişe” imajı ile tasvir ediliyor.Servet-i fünün’cularda güzellik ve ahlak kavramlarından güzellik ön plana çıkarken,Fikret’te ahlak kavramı önplanda yer almaktadır.Üzerinde durulması gereken önemli noktalardan biri de Fikret’in İstanbul’un kendisinden değil,içerisindeki ahlaki çöküşten nefret ettiği gerçeğidir.
3 Üçüncü kısımda, her mısrada şehrin mimarisini oluşturan unsurlardan biri ele alınıyor.Fikret’in bu noktada tasvir tarzı korkunçtur.ona göre kuleler kanlı, surlar dişleri düşmüş sırıtan kafile gibidir.
İstanbul’u bu yönleriyle ele alan Fikret’i tarihe ve dine büyük bir sevgi beslememesine bağlayabiliriz.
4 Bu şehri sukut ettiren amiller nelerdir?”SİS”in son kısmında şair bu soruya cevap vermiştir.Bu şehri dolduran insanların ruh çürümüş,ahlakı bozulmuştur.Bu şehirde açlık korkusu ile her alçaklığı yutan insanlar yaşar.Onları bu yaşayışa iten ”tevekkül” anlayışlarıdır.Allah’a inanan ve güvenen insan fikrine karşı,kendine ve tabiata inanan ve güvenen insan fikrini ortaya koydu.Ona göre istikbali yaratacak olan Haluk böyle bir tip olacaktı.

Fikret’e göre Abdülhamit korktuğu için milleti sindirmiş,anayasayı ortadan kaldırmış,ordu ve memur sınıfı siyasi mahkum derecesine düşmüştür.Memleket meselelerine kayıtsız olan gençlik ise kadın peşinde koşmaktadır.Baştan sona kadar nefret hissi içinde olan ”SİS” hicranlı annelere,kimsesiz ve avare çocuklara karşı olan merhamet hissi ile sona erer. ”SİS” şiirinde Fikret, Meşrutiyet’ten önceki sanatının doruk noktasına erişir.”SİS” in üslubu Servet-i Fünun’cuların ”pitoresk ve müzikal üslup” ideallerine tamamıyla uygundur.Onların yabancı kelime ve terkiplere düşkünlükleri bundandır.Varlıkları ayrı ayrı tas ve tasvir endişesi,,onları sıfat ve isim tamlamalarına götürüyor.Farsça terkip mekanizması,küçük imajlara bir bütünlük veriyordu.Dil musikisi de onlara yabancı kelimeleri sevdirmiştir.”SİS”in mısraları ayrı ayrı incelenirse, burada bir sürü fonetik oyunları görülür. Namık Kemal ve Ziya Paşa’da, mücerret fikirlerin vezin ve kafiyeye sokulmasından ibaret olan sosyal şiir, Fikret’te çok sanatkarane bir şekil alır.Onda bahis konusu olan artık ‘prensipler’ ve ‘hikmetler’ değil, hayattan alınma sahneler ve manzaralardır.Sonuç olarak Fikret düşünce ve duygularını Canlı tablolar haline koydu ve onlara hitabete elverişli, heyecanlı bir sentaks ve musiki verdi.

[alıntı]

Tevfik Fikret’in “Sabah Olursa” Şiiri/ Rıza BAĞCI

Sabah Olursa

Bu memlekette de bir gün sabah olursa, Halûk,
Eğer bu memleketin sislenen şu nâsiye-i
Mukadderâtı, kavî bir elin kavî, muhyî
Bir ihtizâz-ı temâsıyla silkinip şu donuk,
Şu paslı çehre-i millet biraz gülerse… O gün
Ben ölmemiş bile olsa, haya pek ölgün
Bir irtibâtım olur şüphesiz; -O gün benden
Ümîdi kes, beni kötrüm ve boş muhîtimde
Merâretimle unut; çünkü leng ü pejmürde
Nazarlarım seni mâziye çekmek ister; sen
Bütün hüvviyet ü uzviyyetinle âtîsin:
Terennüm eyliyor el’an kulaklarımda sesin!

* * *

Evet, sabah olacaktır, sabah olur, geceler,
Tulû-i haşre kadar sürmez; akıbet bu semâ,
bu mâi gök bize bir gün acır; melûl olma.
Hayatta neş’e güneştir, melâl içinde beşer,
Çürür bizim gibi… Siz, ey fezâ-yı ferdânın
Küçük güneşleri, artık birer birer uyanın!
Ufukların ebedî iştiyâkı var nûra.
Tenevvür… Asrımızın işte rûh-ı âmâli;
Silin bulutları, silkin zılâl-i ehvâli;
Ziyâ içinde koşun bir halâs-ı meşkûra.
Ümidimiz bu: Ölürsek de biz, yaşar mutlaka.
Vatan sizinle, şu zindan karanlığından uzak!

8 Eylül 1321 / 21 Eylül 1905

Tevfik Fikret’in Sabah Olursa adlı şiiri, 8 Eylül 1321/21 Eylül 1905 tarihini taşır. Bu şiiri anlayabilmek için, bu şiirin yazıldığı yılı ve o yıla giden yılları bilmek gerekir. 1905 yirminci yüzyılın daha başlangıcıydı ve ondan önceki on dokuzuncu yüzyıl ise, “imparatorluğun en uzun yüzyılıydı.” On dokuzuncu yüzyılda imparatorluğun problemleri hızla artmış, âdeta içinden çıkılamayacak bir hâle gelmişti.

On dokuzuncu yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu, Batılı siyaset adamlarının dilinde “Hasta Adam” idi. Meselâ, daha yüzyılın ortalarına gelmeden (1831-1839) devlet, valisiyle başa çıkamıyor, valisi karşısında defalarca hezimete uğruyor ve içinde düştüğü bu zor durum karşısında Rusya, İngiltere ve Fransa’dan yardım istemek zorunda kalıyordu.1 Yine on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında devlet içeride ve dışarıda yüksek faizlerle hızla borçlanıyor ve kısa bir süre sonra da, bu borçlarının faizlerini bile ödeyemecek bir hâle geliyordu.2 Tam bu hâldeyken, 1877 – 1878 Osmanlı – Rus Savaşı patlak veriyor, devlet ağır bir yenilgiye uğruyor ve sonunda Ayastefanos ve Berlin Antlaşmaları’yla Rumeli’de ve Anadolu’da birçok topraklarını kaybediyor, Rusya’ya milyonlarla Frank savaş tazminatı ödemek zorunda kalıyor3, maliyesi alt üst oluyordu. Bu arada 1877 – 1878 Osmanlı – Rus Savaşı bahane edilerek Meclis kapatılıyor, demokratik gelişimin önü tıkanıyordu. Sefil bir istibdat topluma darbeler vuruyor, bu durum karşısında Genç Türklerin bazısı fikirlerini terk ederek veya uzaklaşarak Sultanın hizmetinde memuriyet buluyor4, bunu onuruna yediremeyenler ise âdi bir mücrim gibi sürgün, hapis ve çeşitli acılara maruz kalıyordu5. Diğer yandan, devrin sömürgeci büyük devletleri, bu “Hasta Adam’ın” ölümünü ve mirasının paylaşımını bekliyordu. O daha ölmeden en değerli parçaları ondan koparılıyordu. 1881 yılında Tunus Fransızlar tarafından, 1882 yılında Mısır İngilizler tarafından, 1885 yılında Doğu Rumeli Bulgaristan tarafından işgal edilmişti. Bir müddet sonra 1897 yılında Girit Yunanistan tarafından işgal edilmiş, hükümet Girit’in özerkliğini kabul etmek zorunda kalmıştı6.

Bütün bu büyük felâketler karşısında padişah II. Abdülhamit’in çeşitli gerekçelerle uygulamaya koyduğu koyu bir baskı yönetimi, yapılan birçok reformlara ve aydınlanma hareketlerine rağmen7 ülkeyi bunaltıyor bazen yaşanmaz bir hâle getiriyordu. Ülkede ordu, hükümet, saray, ulema ve bürokrasi arasındaki hassas dengeler bozulmuş, merkeziyetçi bir idare iyice yerleşmiş, bütün yetkiler Yıldız’daki padişahta toplanmıştı.

Ülkenin geleceğinden endişeli, belki de bu yüzden fazlaca vehimli ve şüpheci padişah, görünüşte güçlü bir istihbarat teşkilatı kurarak herkesi, düşündüklerini söylemekte ve yazmakta çekinir bir hâle getiriyordu8. Devlet halkından korkuyor, aydınından korkuyor, bürokrasisinden korkuyor, öğrencisinden korkuyor, onlara potansiyel tehlike olarak bakıyordu. Zararlı fikirlere sahip oldular diye, üniversite öğrencileri okullarından atılıyor, muzır yayın diye kitap, dergi ve gazetelerin basımı yasaklanıyor9, çeşitli aydın fikirli memurların ya görevlerine son veriliyor veya imparatorluğun en ücra yerlerine sürülüyor ve bütün bunlar devletin bekası, ülkenin birliği, bütünlüğü adına yapılıyordu.

Bu şartlar altında bütün ülkede, hemen herkese derin bir melânkoli, hayattan bezginlik, ümitsizlik ve karamsarlık egemen oluyor, toplumun önemli bir bölümünde bir nemelâzımcılık yaygınlaşıyordu10. Hemen herkes kendi derdine düşüyor, küçük çıkar hesapları peşinde koşuyordu. Âdeta sosyal sorumluluk duygusu ve bilinci bütünüyle kaybolmuştu11. Konuşması gerekenler susuyor, susması gerekenler ise konuşuyordu. Halk bunalmış ve sesi kesilmiş bir şekilde bekliyordu12. Toplumun bütün etkin olması gereken kesimleri, sanki üzerlerine ölü toprağı silkilmişcesine duruyor, gazetecilik güdümlü bir hâle geliyor ve gazeteler, suya sabuna dokunmayan magazin haberleri, çeşitli okulların açılış ve kapanış duyuruları, hükümet erkânı ve padişahın katıldığı resmî törenlerin şatafatlı, fakat içi boş konuşmalarıyla yani yapay bir gündemle doluyordu. Bunun yanında, sosyal ve siyasî hayatla pek ilgisi olmayan resimli, eğlenceli dergiler, büyük bir gelişme gösteriyor, bunların sayıları hızla artıyordu13.

İşte Osmanlı Türkiye’si, yirminci yüzyılın ilk yıllarına, yani Tevfik Fikret’in Sabah Olursa şiirini yazdığı yıllara, genel çizgileriyle panoramasını çizdiğimiz bu şartlar altında girmişti. Fikret, bu şâir olarak ülkenin içinde bulunduğu bu şartlardan derinden etkilenmiş, kâh Ömr-i Muhayyel’i (1898) yazarak her hakikatten uzak, herkese meçhul bir diyara gitmek, kaçmak, bütün insanlardan uzak orada yaşamak istemiş, kâh Gayya-yı Vücut’u (1899) yazarak hayatı “solucanlarla, sülüklerle, yılanlarla dolu” kokuşmuş bir bataklığa benzetmiş, kâh Sis’i (1902) yazarak imparatorluğu sembolize eden imparatorluk başkenti İstanbul’u mel’un ve menfur bir şehir olarak tasvir etmiş ve yaşlı, ahlâksız bir kadına benzetmişti.

Bütün bu şiirlerinde karamsar, bedbin ve gelecekle ilgili bütün umutlarını yitirmiş, melânkoli içinde kıvranan Rübab-ı Şikeste şâirinin, 1905 yılında yazdığı Sabah Olursa şiirinde hayat karşısında takındığı tavır, önemli bir değişikliğe uğrar. “Sabah Olursa şiiri, Fikret’in içinde, büyümen oğlu ile beraber sosyal bir kurtuluş ümidinin uyandığını gösterir”14. 1895’te doğan Haluk, bu şiirin yazıldığı 1905’te on yaşındadır. Fikret, bütün umutlarını, ülkenin bütün geleceğini oğlu Haluk’a ve onun neslinin içinden çıkacak bir kahramana bağlamıştır. Burada,

Bu memlekette de bir gün sabah olursa, Haluk,

Mısraı, şiirin en güçlü, en güzel mısraı olarak dikkat çeker, ayrıca bu mısra, ülkenin aydınlık geleceğine karşı duyulan büyük bir özlemi de ifade eder:

Bu Memlekette de bir gün sabah olursa, Haluk,
Eğer bu memleketin sislenen şu nâsiye-i
Mukadderatı, kavî bir elin kavî, muhyî
Bir ihtizâz-ı temâsıyla silkinip şu donuk,
Şu paslı çehre-i millet biraz gülerse…

Yukarıdaki mısralar Fikret’in kurtuluşu, bir sosyal sınıftan değil, kuvvetli ve diriltici, güçlü bir elden, iradeli bir insandan beklediğini gösteriyor. Bütün toplumu sükût etmiş gören, milyonlarca insan içinde pâk ve temiz çıkacak pek az alın bulunabileceğini söyleyen ve mizaç itibarıyla da bireyci olan Fikret’in, ülkenin kurtuluşunu bir kahramandan beklemesi çok tabiîdir15. Fikret, Halûk’un nesli içinden ülkeyi kurtaracak böyle bir kahramanın çıkacağına inanır. Şaire göre bu kahraman, yaptıklarıyla milletin yüzünü güldürecektir. Kuvvetle buna inanan Fikret, bunun çok yakın bir gelecekte olacağına ihtimal vermez. Bu değişiklik, ancak kendisinin ölümünden sonra veya iyice yaşlandığı yıllarda gerçekleşecektir:

………………………………………. O gün
Ben ölmemiş bile olsa, hayata pek ölgün
Bir irtibatım olur şüphesiz.

Fikret oğlundan, o gün geldiği zaman kendisinden ümidi kesmesini, kendisini kötrüm ve boş muhîtinde, acılarıyla unutmasını ister. Çünkü Fikret’in aksak, eski, perişan bakışları, oğlunu maziye çekmek isteyecektir. Halbuki Fikret’e göre oğlu “Bütün hüviyyet ve uzviyyetle âti”dir. Fikret, burada melâl içinde çürüyen kendisi ve kendi nesliyle, “Bütün hüviyyet ve uzviyyetle âti” olan, geleceği temsil eden oğlu arasındaki farkı özellikle vurgular:

…………………………………….. O gün benden
Ümîdi kes, beni kötrüm ve boş muhîtimde
Merâretimle unut; çünkü leng ü pejmürde
Nazarlarım seni mâziye çekmek ister; sen
Bütün hüvviyet ü uzviyyetinle âtîsin:
Terennüm eyliyor el’an kulaklarımda sesin!

Fakat artık Fikret, ülkesinin içinde yaşadığı karanlık günlerin birgün gelip biteceğine, karanlık gecelerin haşir sabahına kadar sürmeyeceğine, sonunda “Bu sema, bu mâi göğün” bize birgün acıyacağına, bu ülkede de birgün sabahın olacağına kuvvetle inanır. Haluk’a ve Haluk’un nesline, ülkenin içinde bulunduğu bu kötü durumdan dolayı üzülmemeleri gerektiğini anlatır. Eskisinin aksine umut doludur:

Evet, sabah olacaktır, sabah olur, geceler,
Tulû-i haşre kadar sürmez; akıbet bu semâ,
bu mâi gök bize bir gün acır; melûl olma.

Fikret bu mısralarında eski şiirlerinin aksine ümit doludur, geleceğe kuvvetle inanır. Ona göre insanlar ve toplumlar, üzüntü, sıkıntı, moral bozukluğu ve bezginliğe düşerlerse çürüyüp giderler:

Hayatta neş’e güneştir, melâl içinde beşer,
Çürür bizim gibi…

Fikret daha sonraki mısralarda, bütün ümidini bağladığı bugünün çocukları, yarının gençlerine seslenir. Onlardan uyanmalarını, ülkenin aydınlığa ihtiyacı olduğunu anlatır. Fikret’e göre, yeni yetişen nesiller, ülkeyi aydınlatmalı, ülkenin üzerindeki kara bulutları silmeli, ülkedeki korku ve dehşet havasını dağıtmalıdır. Böylece ülke, içinde bulunduğu korkunç durumdan sıyrılacak, kurtuluşa erecektir. Rühab-ı Şikeste şâiri bunu, gençlere en büyük hedef olarak gösterir.

……………………….. Siz, ey fezâ-yı ferdânın
Küçük güneşleri, artık birer birer uyanın!
Ufukların ebedî iştiyâkı var nûra.
Tenevvür… Asrımızın işte rûh-ı âmâli;
Silin bulutları, silkin zılâl-i ehvâli;
Ziyâ içinde koşun bir halâs-ı meşkûra.

Fikret, şiirin sonunda, kendisinin bütün ümidinin bu nesil olduğunu açıkça söyler. Eğer gençler, onun gösterdiği hedefe yönelirlerse, ülke içinde bulunduğu şu zindan karanlığından mutlaka kurtulacak, o ve nesli ölse de arkadan gelen nesiller, ebediyen aydınlık içinde yaşayacaktır:

Ümidimiz bu: Ölürsek de biz, yaşar mutlaka.
Vatan sizinle, şu zindan karanlığından uzak!

Fikret’in bu şiiri, kendi ülkesinde karanlıklar, ıstıraplar içinde yaşayan, horlanan, kendisini “öz yurdunda garip”, “öz vatanında parya” olarak hisseden bir insanın ruh hâlini ve onun geleceğe ait hayallerini, umutlarını anlatır.

Çeşitli dönemlerde, çeşitli ülkelerde yaşayan, dürüst, çalışkan, ülkesini seven birçok insan, özellikle birçok aydın, zaman zaman Fikret’in bu şiirinde anlattığı ve yaşadığı duyguları yaşamış, bunalmış, umutlarını yitirir gibi olmuş fakat yine de bir çıkış yolu aramış ve bunun için de, ümit tomurcuklarını olan yeni nesiller yetiştirmeye kendini adamış ve ülkenin kurtuluşunu o ideal nesle16 bağlamıştır. Bu açıdan Fikret’in şiiri, doksan altı yıl önce yazılmış olmasına rağmen hâlâ ter ü tazedir. Daha bugün yazılmış gibi birçok insan, günümüzde de Rübab-ı Şikeste şâirinin bu mısralarını büyük bir heyecanla okuyabilir.

Zaten bilimsel eserlerle, başarılı edebî eserler arasındaki en büyük fark da budur. Bilimsel eserler, ne kadar büyük, ne kadar başarılı olurlarsa olsunlar bir süre sonra eskirler, aşınır ve aşılırlar. Fakat başarılı edebî eserleri yıllar, hatta yüzyıllar eskitemez, aşındıramaz. Yunus Emre, Hacı Bayram Veli, Hacı Bektaş-ı Veli ve Mevlâna’nın eserleri gibi ve üzerinde durduğumuz Tevfik Fikret’in Sabah Olursa şiiri gibi.

DİPNOTLAR

* Celal Bayar Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi
1. İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, Hil Yayınları, 3.b., İstanbul, 1995, ss. 45-48.
2. Bernard Lewıs, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 4.b., Ankara, 1991, ss. 110-111, 197.
3.Toktamış Ateş, Siyasal Tarih, Der Yayınları, 3. b., İstanbul, 1994, ss. 392-396.
4. Meselâ, tanınmış Genç Türklerden İshak Sükûti, Tunalı Hilmi, Dr. Abdullah Cevdet ömür boyu on ikişer lira aylık karşılığında, muhalefete ara vermek için Sultan II. Abdülhamit idaresiyle anlaşmışlardı. Varılan anlaşmaya göre Dr. Abdullah Cevdet Viyana, İshak Sükûti ise Roma elçiliği doktorluklarına, Tunalı Hilmi, Halil Muvaffak gibi önde gelen diğer Genç Türkler de çeşitli dış temsilciliklere atanmışlar ve “kendi ihtisas alanları dışında hiçbir ülkede, hiçbir dilde Sultan aleyhinde yazı yazmamayı” kabul etmişlerdi. Bu konuda bk. M. Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Düşünür Olarak Dr. Abdullah Cevdet ve Dönemi, Üçdal Neşriyat, İstanbul, 1981, ss. 37-40. M. Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük, c. 1 (1889-1902), İletişim Yayınları, 2.b., İstanbul, 1989, ss. 304-309.
5. Lewıs, Modern Türkiye’nin Doğusu, s. 172.
6. Ateş, Siyasal Tarih, ss. 372-373, 389, 401-404.
7. Bu dönemdeki aydınlanma hareketleri ve merkeziyetçi reformlar konusunda bk. Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, ss. 108-150. Lewıs, Modern Türkiye’nin Doğuşu, ss. 173-207.
8. Halit Ziya Uşaklıgil bu durumu hatıralarında şöyle anlatır: “Kitaplar, mecmualar Encümen-i Teftiş ve Muayene denen ve her çeşitten, her sınıftan başlarla süslenen heyetin kılı kırk yaran mikroskobu altına konurken gündelik gazeteler de ayrıca bu iş ile ortaya konulmuş olan memurlara bırakılmıştı.
Asıl tenkit eden bunlardı. Kelimenin tam anlamında, her makale bütünüyle elenerek bütün ruhu, genişliği, delâleti, altında gizlenebilecek olan mefhumu ile muayene edildikten sonra her satırı, satırları meydana getiren bütün kelimeleri, hattâ noktaları ayrı ayrı, birer birer parçalanarak büyülten camlarla incelenirdi. Sarayın kuruntusu bir bulaşıcı hastalığın yayıldıkça büyüyen tohumları gibi her âletine geçmiş ve vazife ihmalinden, dikkat zayıflığından doğabilecek mesuliyet korkusu her memuru vehimli, vesveseli, her kelimenin gölgesinden ürkerek gırtlağına sarılmak için pençesini sıktıran bir çılgın yapmıştı. Ve böylelikle, yukarıdan açık emirler gelmesine bakmadan, yalnız “marzi-i âliye” (Padişahın rızasına) uymaz düşüncesiyle, günden güne dokunulmayacak mevzuların ve kalemin ucuna geldikçe atılacak kelimelerin, hele ne neviden olursa olsun oraya, idareye, olup bitenlere işaret denebilecek sözlerin sayısı arta arta öyle bir yekûn çıkmıştı ki matbuatın sahası artık içinde dolaşılamayacak kadar daralmış, kullanılabilecek kelimelerin küçük lügati iptidaî bir kavmin dili kadar küçülmüştü” Kırk Yıl, İnkılâp ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1969, ss. 433-434.
Bu devirdeki sansürün en kötüsü de ülkedeki ağır şartlar yüzünden, yazarların kendi kendilerine yaptıkları sansür, yani otosansürdü. Halit Ziya Uşaklıgil bu acı olayı da hatıralarında şöyle anlatır:
“Esasen yazı yazarken kendi kendimi pek sıkı bir kontrol altında tuttuğumdan tetkike memur olanlara pek az bir iş bırakmış oluyordum.” Kırk Yıl, s. 545.
9. Bu konuda geniş bilgi için bk. Cevdet Kudret, Abdülhamit Devrinde Sansür, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1977, 128 s. Lewıs, Modern Türkiy’nin Doğuşu, ss. 185-192. Server R. İskit, Türkiye’de Matbuat Rejimleri, İstanbul, 1939. Osman Nuri, Abdülhamid-i Sâni ve Devr-i Saltanatı, C. II, İstanbul, 1327/1911, ss. 587-589. Uşaklıgil, Kırk Yıl, ss. 194-196.
10. Mehmet Kaplan, Tevfik Fikret Devir-Sahsiyet-Eser, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1971, s. 17. Uşaklıgil, Kırk Yıl, s. 508.
11. Kaplan, Tevfik Fikret Devir-Şahsiyet- Eser, s. 17.
12. Halit Ziya Uşaklıgil o günlerle ilgili şu ilginç bilgileri verir:
“Haydutlardan müşürler, hırsızlardan vezirler çıkmıştı; içinde pislikten başka bir maya olmayan göğüslere elmaslı nişanlar, dereceleri ancak çukurların dereceleriyle ölçülebilecek alçaklara en büyük rütbeler verilmişti, ve bu rütbe, nişan, para sonra bütün bu parıltılı şeylerin arasından fışkıran casus gözlerinin ateş kasırgası altında halk bunalmış, sersemleşmiş, boğazı kısılarak sesi kesilmiş beklerdi”. Kırk Yıl, s. 510.
13. Kaplan, Tevfik Fikret Devir-Şahsiyet-Eser, s. 18. Kenan Akyüz, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri (1860-1923) Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesi Yayınları, 3. b. Ankara, 1979, ss. 120- 121.
14. Kaplan, Tevfik Fikret Devir-Şahsiyet-Eser, s. 130.
15. Y. a.g.e. s. 130
16. Bu açıdan baktığımızda, Fikret’ten tamamıyla farklı bir dünya görüşüne sahip olan Mehmet Akif ve Necip Fazıl’ın eserlerinde de, tıpkı Fikret’in hayal ettiği gibi kurtarıcı bir ideal nesil özlemiyle karşılaşırız. Bu ideal neslin adı Mehmet Akif’in dilinde “Asım’ın Nesli”, Necip Fazıl’ın dilinde ise “Büyük Doğu Nesli” dir. İlginçtir ki, Fikret, Akif ve Necip Fazıl’ın eserlerinde görülen bu, ülkeyi kurtaracak ideal nesil özlemi yerine II. Meşrutiyet devrinde Ziya Gökalp’in eserlerinde çok daha farklı bir anlayış ve yaklaşım dikkati çeker. Fikret, Akif ve Necip Fazıl’ın aksine Ziya Gökalp, kurtarıcı olarak gelecek nesli değil, kendini görür. Gençlik yıllarında Mehdi imzasıyla makaleler yazan Ziya Gökalp’ta kendisini Mehdi (ülkeyi ve toplumu düzlüğe çıkaracak büyük kurtarıcı) olarak görme eğilimi vardır. Bu konuda ayrıntılı bilgi için bk. Mehmet Kaplan, “Ziya Gökalp ve Saadet Perisi”, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar I, Dergah Yayınları, İstanbul 1976, ss. 490-51

Yağmur Dergisi, Sayı: 10 Ocak – Şubat – Mart

Sefa Sür

Geçmiş günü beyhude yere yâd etme,
Bir gelmemiş an için de feryat etme
Geçmiş gelecek masal bunlar hep
Eğlenmene bak ömrünü berbat etme.

Niceleri geldi, neler istediler,
Sonunda dünyayı bırakıp gittiler.
Sen hiç gitmeyecek gibisin değil mi?
O gidenler de hep senin gibiydiler.

Dünyada ne var, kendine dert eyleyecek,
Bir gün gelecek ki can bedenden gidecek,
Zümrüt çayır üstünde, sefa sür iki gün…
Zira senin üstünde de otlar bitecek

Ömer Hayyam

KEMANE

bir keman telinde inliyor yokluğunun acısı
sen duymuyorsun
sen bilmiyorsun

zifir bir karanlık sızıyor içimin ıssızlarına
sen gecenin öte yanında duruyorsun
eriyor bir mumun gölgesi
uykusuz bir şiirin mısralarına düşüyorsun

düşüyor yüreğimin ağrısına bir kıvılcım
nemrudun ateşi düşüyor yalnızlığıma
sen bilmiyorsun
sen duymuyorsun…

ŞAHBEYİT
FATİH ŞAHİN IŞIK

SON MISRA

bari aynalar yalan söylemese
tükenirken gece
bir kadehin gölgesinde
hala ayık görünmesem
ve ağlamasam aynı şarkıya

bari gözlerin gelip durmasa karşımda
koca bir kenti yıkıp üstüme
beni böyle bir başıma
beni böyle çaresiz
beni böyle yapayalnız
koyverip gitmesen

bari kokun düşmese
dönmese başım
beni böyle bir şişenin dibinde mahkum
beni böyle bir yudum umuda tutsak
beni böyle yorgun
koyuverip gitmesen

bari aynalar yalan söylemese
hangi şiire saklandın
tutup çıkarsam
sana sakladım
cebimdeki son mısrayı
neredesin…

FATİH ŞAHİN IŞIK
ŞAHBEYİT

Düşkavuran

Gittiğine inansam dönmeni beklerdim
Köhne gemiler geçiyor içimden
Hangi sokağa dalsam hangi kapıyı açsam
Ardında sen

Hep sesine bir kulaç kala boğuluyorum
Bilmem
Sen mi erken demir alıyorsun
Ben mi geç kalıyorum

Ellerimi bıraktığın yerden
Çığlar yuvarlanıyor ta şurama
Her gece fırlatıp denizlere
Yitirilmiş tebessumleri
bir cigarayla parmak uçlarımı öldürüyorum
çürümüş rüyalardan arta kalan mirasınla
yolcusuzu yollara döndüm
alnımdaki girdaplar şimdi kan tarlası

fırtınalar kopuyor demişsin
yüreğinin en rüzgarsız yerlerinde
oysa ben
bin mevsim sana fırtınalandım
sen bilmedin
gittiğine inansam dönmeni beklerdim
Kahraman Tazeoğlu

HABERSİZ

HABERSİZ

adına tutsak kelimeler saklarım
sensizliğimde…
içimde gölgeleri çalınmış bir şehir kayıp
ve sen kendi zindanına mahkum
bir damla gözyaşısın
dökemediğim…

hiç bilinmeyenli bir denklem oluyorsun
kimi zaman
hangi yanından baksan
tutarsız bir düş kuruyorum
bari bir an olsa
gözlerinde bahara dursam…
söyleme…
uyanırsam inanırım

şimdi yola çıksam
senden önce adımlasam kaldırımlarını
o ş ehrin
adını ezberletsem
banklara
kaldırım taşlarına
sahi
hiç umut olmadı değil mi ?

sonra bir gün batımında
adresini yitirmiş bir mektup çalsa kapımı
özledim işte…
var mı ötesi..

sabah oluyor
şimdi uyu
sonra okursun bu şiiri

ŞAHBEYİT
FATİH ŞAHİN IŞIK

UMARSIZ

bir acının içinden geçiyorum bu akşam
kanayan yanlarım oluyorsun
umarsız…
hangi masalı söylesem boş
bir gülsen …
aklım ziyan
diyorsun ki
sen söyle ben dinlerim…

biliyorum
hangi yola çıksan
çıkmaz
bir mısralık umut olsa
tutunup bir kağıdın ucunda sevda
gözlerin gelip geçerken
ortasından bu acının
bari gülümse…

bir acının içinden geçiyorum bu akşam
sensizim
gözyaşında tuz olsam
yaranda acı
kanasam…
acısam..

fatih şahin ışık
şahbeyit

Yüce Dağ Başında Yanar Bir Işık

Sivas/Zara-Nurettin Akyürek-TRT Ankara

Yüce Dağ Başında Yanar Bir Işık
Düşmüşüm Derdine Olmuşum Aşık
Ağ Buğday Benizli Zülfü Dolaşık

Dividim Kalemim Yazarım
Böyle Bir Yavrunun Derdi Var Bende
Yar Bende Oy Bende
Aha Ben Gidiyom Sen Hemen Ağla
Yan Ağla Dön Ağla

Yüce Dağ Başından İndiremedim
Yönünü Yönüme Döndüremedim
Bir Yarin Aklını Kandıramadım

Dividim Kalemim Yazarım
Böyle Bir Yavrunun Derdi Var Bende
Yar Bende Oy Bende
Aha Ben Gidiyom Sen Hemen Ağla
Yan Ağla Dön AğlaYüce Dağ Başında Yanar Bir Işık-3

Sivas/Zara-Nurettin Akyürek-TRT Ankara

Yüce Dağ Başında Yanar Bir Işık
Düşmüşüm Derdine Olmuşum Aşık
Ağ Buğday Benizli Zülfü Dolaşık

Dividim Kalemim Yazarım
Böyle Bir Yavrunun Derdi Var Bende
Yar Bende Oy Bende
Aha Ben Gidiyom Sen Hemen Ağla
Yan Ağla Dön Ağla

Yüce Dağ Başından İndiremedim
Yönünü Yönüme Döndüremedim
Bir Yarin Aklını Kandıramadım

Dividim Kalemim Yazarım
Böyle Bir Yavrunun Derdi Var Bende
Yar Bende Oy Bende
Aha Ben Gidiyom Sen Hemen Ağla
Yan Ağla Dön AğlaYüce Dağ Başında Yanar Bir Işık-3

Sivas/Zara-Nurettin Akyürek-TRT Ankara

Yüce Dağ Başında Yanar Bir Işık
Düşmüşüm Derdine Olmuşum Aşık
Ağ Buğday Benizli Zülfü Dolaşık

Dividim Kalemim Yazarım
Böyle Bir Yavrunun Derdi Var Bende
Yar Bende Oy Bende
Aha Ben Gidiyom Sen Hemen Ağla
Yan Ağla Dön Ağla

Yüce Dağ Başından İndiremedim
Yönünü Yönüme Döndüremedim
Bir Yarin Aklını Kandıramadım

Dividim Kalemim Yazarım
Böyle Bir Yavrunun Derdi Var Bende
Yar Bende Oy Bende
Aha Ben Gidiyom Sen Hemen Ağla
Yan Ağla Dön Ağla

GİTTİĞİN YER

gittiğin yer bir yağmur damlası kadar yakın
gittiğin yer bir uçurum kadar uzak

herkes yeniden yazgısına kanacak
gittiğin yer kalbimde hep kan kadar sıcak

gittiğin yeri anlamak
gittiğin yeri ağlamak

bir çerçevede yarım bir gülüş
ve yalnız bir fotoğraf bırakarak

yine bahar açacak, güvercinler uçacak
gittiğin yerlerde sana kimler bakacak?

gittiğin yer bir yağmur damlası kadar yakın
gittiğin yer bir uçurum kadar uzak

seni benden zaman, seni ölüm alırdı ancak
gittiğin yer hasretimin kavalyesi olacak…

YILMAZ ODABAŞI